1 Ekim 2008 Çarşamba

Kur’an’a Göre Tövbe ya da Bilinci Yenilemenin İmkanı- Hüseyin ATAY

Kur’an’ın tövbe nazariyesi, ferdi, toplumu ve devleti kapsamaktadır. Suçun ve günahın gizli kalmasını tavsiye ederek, ferdin onurunu korur, onu kendi vicdanında mahkum eder. İnsanın vicdan azabı çekmesini önlemek için de onu kendi vicdanında, kimseye söylemeden tövbe etmeye sevkeder. Kur’an’ın insanoğluna getirdiği bu onurlandırıcı, huzura kavuşturucu imkanın kıymetinin bilinmesi gerekir. Kur’an’ın en güzel uygulaması, insanın atasının günahlarından sorumlu olmadığını bildirmesi ve günahın ferdin kendisine ait olduğunu ortaya koymasıdır. Bunun için ilk insan Adem ve Havva’nın, hatalarından tövbe ederek affa uğradıkları özellikle anlatılmaktadır. Affa uğrayan bir günahın izinin, etkisinin silindiği, ortadan kalktığı kabul edildiği için, ferdin artık o günahla suçlanmasının imkansızlığı belirtilmiş olmaktadır. Kişi kendi işiyle meşgul olacak, geçmişi ile uğraşmayacak, hep ileriye dönük olacaktır.

Adem, Rabbinden birtakım öğütler aldı, tövbe etti; Allah da onun tövbesini kabul etti.[1]

Adem, Rabbine başkaldırdı ve yolunu şaşırdı. Rabbi de onu seçip aldı ve tövbesini kabul edip, onu doğru yola koydu.[2]

Adem ile Havva: “Rabbimiz, kendimize yazık ettik. Bizi bağışlamaz, bize acımazsan, şüphesiz kaybedenlerden oluruz.” dediler.[3]

Allah onları affettiğine göre, artık günahlarının çocuklarına geçme gerekçesi kalmamıştır.

Tövbe, Allah ile bir diyalog, karşı karşıya ve aracısız bir konuşmadır.

Bu noktada, tövbe ilkesinin pratik değerini açıklığa kavuşturacak bazı anektodlara yer vermek istiyorum: Türkiye’de 1960 ihtilalinde ihtilalciler, bir anayasa yaptırmak amacıyla anayasa profesörlerini toplamışlardı. Bu profesörler arasına Ord. Prof. Ali Fuat Başgil alınmamıştı. Oysa, kimi onun arkadaşı, kimi de öğrencisi idi. Onun dışarıda bırakılmasına sebep ise, aleyhine ileri geri konuşulmuş olmasıydı. Sivil hayata geçtikten sonra, aleyhine konuşanların, “Hoca bizi neden affetmiyor?” diye söylenmeye başlamaları üzerine Başgil, onlara gazetede şöyle cevap vermişti.: “Hata yaptıklarını itiraf edip, tövbe etmiyorlar ki, neden affedeyim?” Demek ki, affa uğrayacak bir hata işlediklerini itiraf ederlerse, affa konu olacak bir durum ortaya çıkacaktı. İtiraf etmedikçe affa gerek yoktu. Çünkü affa konu olan bir şey yoktu. Suçun, yanlışın tespiti önemli, af kolay. Bu, suç işlemeyi önleyecektir.

Amerika Birleşik Devletleri yüksek mahkemesi, başkan Nixon’u mahkum etti, suçluluğunu tespit etti, sonra yeni başkan onu affetti. Suçu da, bizde hergün işlenen, en basit kabahatler değerinde idi ki, bizde polise bile intikal etmezdi. Ne yazık ki, bizde bu kural işlemiyor. İster ast, ister üst olsun, çoğunlukla bir yolu yordamı bulunuyor ve suç örtbas ediliyor.

Benim de görüşüm odur ki, suç tespit edilsin, sonra gerekirse suçlu cezalandırılsın, gerekirse affa uğrasın. Öyle olursa aynı suçu işleyecek kişi sayısı çok az olacaktır. Suç tespit edilmediği takdirde, o suçu işleyenler azalmayacak, çoğalacaktır. Nitekim öyle olmaktadır. Suç, suç olarak mutlaka tescil edilmelidir. Toplumu ve görevlileri ıslah etmenin temel kuralı, ilkesi budur.

Bizde genellikle iktidarda olan parti muhalefette iken vadettiklerinin tam tersini yaparken, eskinin iktidarı, şimdinin muhalefeti olan partileri tenkit eder. Bunda haklı olabilmesi için önce kendisinin hata yaptığını itiraf etmesi gerekir. Tutarlı bir tenkit yapabilmesi, önce kendisinin tövbe ettiğini ortaya koyması ve ondan sonra muhaliflerini, yaptıkları yanlışlar hususunda uyarması, vazgeçirmeye çalışması durumunda söz konusu olabilir ki, bu tutum islamidir. Muhaliflerin de iktidar partilerine şöyle demeleri gerekir: “Biz yaptığımız hatalardan pişman olduk, tövbe ediyoruz. Siz de şimdi bu hataları tekrarlayarak işi büsbütün karıştırmayın.” Fakat her iki taraf da tövbe etmeyi bilmiyor. Çelişki, takiyye, çifte standart ve nifak içinde olduklarını görmedikleri ve ya itiraf etmedikleri için de, memleketi harabeye çevirmeye devam ediyorlar. Üstelik, bu maharetlerini başarı olarak ilan etmekten de geri kalmıyorlar.

İşte tövbenin en önemli yönü, insanı mantıksızlıktan, çelişkiden, nifaktan kurtarıp, dürüstlüğü, tutarlılığı ve dolayısıyla insanın onurunu, kişiliğini korumayı hedef almasıdır. Türkiye’de partiler konum değiştirince, fikirleri, sözleri, davranışları da yer değiştirmekte. Demek oluyor ki, fikirler insanlara, şahıslara ait değil, bulunulan yere, makama ait. Acıklı değil mi? Çıkarların değişmesi fikirleri de değiştiriyor. Bu, bütün insanlığın, devletlerin, milletlerin, toplumların hastalığı ve şikayet kaynağıdır.

İslam kültüründe bir deyim vardır: “Şerefu’l-mekan bi’l-mekin: Bir yerin şerefi orada bulunanlardan kaynaklanır.” Bir toplumda şeref ve onur mekanda ve makamda aranırsa, şeref ve onur yerle bir olmuş demektir. Aynı makama gelen aynı fikrin sahibi olur, oraya kendi fikrini götüremez; onun için vatandaş iktidara da, muhalefete de güvenemiyor. Çünkü iktidara gelen, makamının gerektirdiğini yapıyor; inansa da inanmasa da… Vatandaş fert olarak büyük bir sorumluluğu olduğunun farkında olsa ve o sorumluluğa göre davransa bu kişilere fırsat vermemiş olur.

Bir yerin şerefinin, orada bulunana ait olması, herhalde Ebu Bekir’in halifeliğinin tayini ile eş anılmaktadır. Ebu Bekir, ümmetin en şereflisi olarak bilindiği için halifeliğe layık görülmüştü. Kural bence doğru, ama bizdeki uygulama yanlıştır. Devlet yönetimindeki makamlar, akademik ünvanlar insanlara şeref vermez. Buralara atanan kişiler oturdukları koltuktan şeref almazlar. Şerefi, onuru oraya kendileri götürürler. Makamlarından sadece yetki alırlar. Yetki ve şerefi birbirine karıştırmamak gerekir. Bir kimse eğer oturduğu koltuktan şeref alıyorsa, oradan ayrılınca şerefsiz olacaktır! Şeref şahsa, öze aittir. Kişi nereye giderse gitsin şerefi ile gider. Görevden ayrılmakla sadece yetkilerinden ayrılır.

İşte bütün bu anlattıklarımızın anlamı şudur ki; makamından şeref alacak kişi yerine, makamına şeref verecek kişiye görev verilmelidir ki, memleketimiz, milletimiz dünya milletleri içindeki şerefli yerini alabilsin, korusun.

Bu son sözlediklerimizin tövbeyle ilintisini kurarak yazımıza son vereceğiz: yapılan yanlıştan vazgeçmek, tövbe etmekle; bu ise onları farketmek ve değerlendirmek ile mümkündür. Tövbenin temel özelliği, eski yanlışa dönmeme, onu tekrarlamama, hatta tekrarlamayı düşünmeme bilincidir. Düşünmeyen ve çalışmayan beyin ise bunu gerçekleştiremez. İşte tövbe, en iyiyi, en doğruyu ve en güzeli yakalama çabasına yönelmektir; temize çıkma işlemidir; bilincin yenilenmesidir. İnsana bunu yapma gücü ve emeli verilmiştir. Ne mutlu kullanana…

Hüseyin Atay’ın, İslamiyat Dergisi’nin temmuz-eylül 1998(cilt:1; sayı:3) sayısında “Kur’an’a göre tövbe ya da bilinci yenilemenin imkanı” adıyla yayınlanmış olan makalesinin sonuç kısmıdır.

[1]2. bakara/37

[2]20. taha/121-122

[3]7. araf/23

Bir makaleyi aktarmamız, o makale içerisinde geçen her görüşe katıldığımız anlamına gelmez, yazıların ilmi sorumluluğu yazarlarına aittir; burada bizim amacımız konu bazında genel kitleye hitap edebileceğini düşündüğümüz makalelere bu blog bünyesinde yer vermektir. Bu blog İslamiyat Dergisi'nin tüm yayın haklarına saygılı olup, yaptığımız alıntılar ticari amaçlı değil, tanıtım ve bilgilendirme amaçlıdır.